18 Kasım 2015 Çarşamba

Run Hayru Run!

    Bu yazıyı küçük ellerimden ziyade yorgunluktan ağrıyan ve yürümekten şişen ayaklarım yazacaktır.
    Geçen sene Sulltanahmet Meydanı'na doğru koşan düzinelerce insan görüp o enerjilerine çok özenmiştim. E finish çizgisini de görünce önünde kilometrelerce koşmuşçasına fotoğraf çektirmeden geçmemiştim. O gün "Bunu ben de yapmalıyım!" diye düşünüp heyecanlanmıştım. Aklıma bir şey düştüğünde onu baştan sona organize etmeden rahatlayamadığım için seneye nasıl gitmeli, neler yapmalı, ne giymeli, ne içmeli kararlaştırmıştık beraber gideceğim arkadaşımla. İşte üç gün önce arkadaşlarımla, tam da bir sene önce planladığımız şekliyle Avrasya Maratonu'na katıldık. Geçen senenin aksine bu sefer birçok start çizgisinin altından geçtik neşeyle!

    Peki bir aktivitenin içinde ben olurum da can dostum olan talihsizlik olmaz mı? Elbette olur. Bir sene öncesinden kararlaştırsak da kontenjan dolmadan kayıt yaptırmayı başaramadık. Maratonun yetim çocuğuyduk biz. Neyse ki bizim gibi garibanları da düşünen olmuş bu işin başında. Böylece korktuğumuz başımıza gelmeden bir parçası olabildik bu organizasyonun.
   Yürümeye başladığımızda her şey çok güzeldi. Bulutlarda yürüyor gibiydik. Daha sonra ayaklarımızın betonmuşçasına ağırlaşacağını bilmeden umarsızca ve kahkahalar atarak yürüyorduk.Etrafımızda her yaştan, her zümreden insan vardı ve herkes aynı anda eğleniyordu! Bu ülkemiz için uzun zamandır hayalini kurduğum bir şeydi. Siyaset yoktu, çıkarlar yoktu, sınırlar yoktu. Herkes uğruna saatlerce yürünebilecek incelikte, güzellikte şeyler için yürüyordu. Hastalıklarla savaş için, engellere farkındalık için, şiddeti ve zulmü kınamak için ve daha birçok şey. Herkes fikrini olabilecek en güzel şekilde dile getiriyordu. Bu tam da orda görmeyi hayal ettiğim şeydi. Ben de şiddetin ve zulmün her türlüsüne engel olmak için yürüdüm. Hem de 15 km! Şimdi hangimiz daha haklı tartışmayalım istersen. 
   Demek istediğim, çok samimi bir ortam vardı. Herkes birbirini tanıyor gibiydi. Bir kişinin yaptığı espriye tanımadığı on kişi daha kahkahalarıyla eşlik ediyordu. Kimi zaman trolledik, kimi zaman trollendik. Mesela bir ara kendimizi selfie çubuğunun uzandığı yerlere bırakmış, çılgınca fotoğraf çekiyorduk. Maratondan saatler sonra fotoğraflara göz gezdirirken farkettik ki selfielerimizden birine bir çift gülümseyip poz vermiş. İşin acımasız yanı fotoğrafın asıl onlara aitmiş gibi gözükmesi. O tatlı çifte de buradan selamlar, mutluluklar.. 


   Boğazın havasını sıkışık trafikte ve miden alt üst olmuş halde almamanın tadı bambaşkaymış meğer. İnsanları sıcaktan bunalmış, arabaların içinde oflayıp puflarken ya da metrobüslerde balık istifi halinde görmemek muazzammış. Arabaların yarım günlüğüne nefes aldırdığı köprüde, diğer günlere nispeten temiz havayla deniz havasının karışımı elbette kafalarımızı biraz bulandırdı. Bu hal bizde etkisini sürekli gülerek ve gerçek manada "çılgınca", "durmaksızın" fotoğraf çekerek gösterdi. Ama bu konuda kendimi yargılayamayacağım. Yirmi yılda bir kere köprüye çıkmışım canım, olsun o kadar!


    Günün ilerleyen saatlerinde tek sıkıntımız altından ateşler çıkan ayaklarımızdı. Ama buna da katlanıyorduk. Eh insanoğlu zamanla her şeyle başa çıkmayı öğreniyor. Beşiktaş'a yaklaşırken açlıktan sırtımıza yapışan midemize çekeceğimiz ziyafeti düşündükçe yorgunluğumuz bir nebze hafifliyor ve keyfimiz yerine geliyordu. Kalabalık da yavaş yavaş seyrelmeye başlamıştı. Tam bu sırada gözümüze bir şey takıldı. Acımasız bir şey. Çirkin bir şey. "Biz bu kadar saat ne için yürüdük?" diye sorduran bir şey. 25 yaşlarında bir erkek -ilerleyen dakikalarda kardeşi olduğunu düşündüğümüz- 10-12 yaşlarındaki bir çocuğu kırk yıllık zalim edasıyla hırpalıyordu. Ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüş çocuğu arkasından takip ederek önce sırtına yumruk atıyor sonra ayağına tekme atıp yere düşürüyor en sonunda ise ensesinden yakalayıp ayağa kaldırıyordu. Bu böyle birkaç defa tekrar  etti. Ben o sırada içimden bela okumakla meşguldüm. Sonra bu döngü devam ettikçe ellerim ayaklarım titremeye başladı. Ellerim ve ayaklarım bu zulme buğzetmekle kalmayıp koşup düzelteyim diye yaratılışlarının hakkını vermeye çabalıyordu. En son 25 yaşındaki mahlukat çocuğun ensesini sıkıca kavradı ve bırakmadı, bırakmadı, bırakmadı, bırakmadı. İşte o an bir çığlık koptu benden. O çığlığa ne zaman karar verip ne zaman ses tellerimi harekete geçirdiğimi bilmiyordum. İnsanın en sahici duygusu öfkeymiş meğer. Sonrasında arkadaşlarımla beraber bir yandan bağırıyor bir yandan da koşar adımlarla oraya gidiyorduk. İnsanları biraz olsun uyandırabilmiştik. Bu güzide ailenin geri kalanından öğrendiğimiz kadarıyla çocuk çok yaramazlık yapmış. O yüzden onlarca insanın önünde dayak atılıp onurunun kırılması, güveninin bitirilmesi ve geleceğinin elinden alınması müstehak ona!
    Eğer elli yıl sonrasının Türkiye'sini merak ediyorsak bugünün çocuklarına iyi bakalım. Geleceği onlar inşa edecekler. Çocuklarımıza nasıl bir dünya bırakmak istiyorsak onlara o şekilde davranalım. Hatta sadece kendimiz yetmez, etrafımıza da bu yönde müdahale edelim. Onlar ne derece sağlıklı koşullarda yetişirlerse dünyayı da o derecede güzelleştirecekler. Hiçbir çocuğu bir başkasının gövde gösterisine kurban etmeyelim. Kim bilir, belki de bunca zamandır helak olmayışımızın müsebbibi onların güzel masumiyetidir. Ne dersiniz?
  
    Olayı nasıl kamu spotuna dönüştürdüm bilmiyorum. Ama bunlar günlerdir kafamda dönen düşüncelerdi. Şimdi sizleri metroda, yolda, pazarda bir çocuğu, bir bebeği güldürmenin serinliğine davet ediyorum. Bu daha iyi bir geleceğin inşası için taşın altına elini koymak demek. Başkaları bir yandan çocukları üzerken biz diğer yandan onları delicesine mutlu edelim. Birileri yıkarken biz daha kalabalık olup onaralım.
   Hangi yolda, ne için yürüdüğümüzün farkında olmak dileğiyle!