16 Şubat 2016 Salı

Beytullah'ın Gölgesinde

     Kendimi kitaplarında çoğunlukla insanın iç yolculuğunu konu alan Paulo Coelho gibi hissediyorum şu an. Bu da benim iç yolculuğumun yazısı. Bu da benim yazgım.
     Anlatılabilecek en  güzel yolculuğu anlatmak üzereyim. 
     Her şey bir final haftasında başladı. Yazdan kalma aralık günlerinden birinde öğrendim bu yolculuğa çıkacağımı. Kendi iç yolculuğuma. Pasaport ve vize işlemleri derslerin ve sınavların yoğunluğundan adımı bile hatırlamadığım bir anda halledildi.
Bu benim için o kadar yeni bir deneyim olacaktı ki bu konuda heyecan bile hissetmiyordum. Ta ki son gece bavullarımın başında oturduğum ana kadar. İşte o an heyecandan karnımın ağrıdığının ayırdına varabildim.
Bu yolculuk benim için pek çok ilke imza atıyordu. Bunlardan ilki de uçağa binmekti. O çok sevdiğim bulutların üzerine çıkmak, sonsuz evrenin tavanını keşfe çıkmak..
Uçağa binmiş, Muhammed’ül Emin’in çok sevdiği memleketine doğru yola çıkmıştım. Beni nelerin beklediğini bilmiyordum. Ama ihtiyacım olan şeyin orda olduğundan emindim. Adımdan bile bu kadar emin değildim. En çaresiz ve güçsüz hissettiğim anda almıştım zaten bu haberi. İnsanoğlu böyledir zaten. Çokça yanılır, biraz da düşer. Bense düştüğüm yerden kalkmakta zorlanıyordum. Rabbim de beni huzuruna çağırdı çünkü iyi bir ayara ihtiyacım vardı.
    Birkaç aksiliğin birbirini takip etmesiyle Mekke’ye varmamız uzun bir zamanımızı almıştı. Otele gittiğimizde teknolojinin kölesi olmanın bir gereği olarak ilk önce resepsiyon çalışanından wifi şifresini aldık. Sonuçta hala geride bıraktığımız insanlar vardı. Vallahi sadece onlar için düştük wifi peşine!
Otelin lobisinde odalarımızın anahtarlarını almayı beklerken bir an önce Beytullah’a kavuşmak için sabırsızlıkla bekleyen ihramlı amcalar etrafta dört dönüyordu. Herkeste bir ilk defa okula başlayacak çocuk heyecanı vardı.  Benim babaannemse tıpkı heyecanlandığım zamanlarda benim de yaptığım gibi elleriyle oynuyordu. Onun bu merakla karışık heyecanına şahit olduğum için ben de çok şanslıydım.



    Otelde biraz oyalanıp, halledilmesi gereken işlerin halledilmesini bekleyip, son olarak da kahvaltı yaptıktan sonra lobide kafileyle buluşup Kabe’ye gitmek üzere servislere bindik. Kafilemizin iki hocası iki gruba ayırdıkları kafileye umrelerini yaptıracaklardı. Bizim grubun hocası daha önceden de mahallemizin imamı olan Muhammed Hocaydı. Daha servisten bindiğimiz ilk anda biz kara kara düşünürken o çoktan babaannem için bir tekerlekli sandalye almıştı bile. Hoca da eşi de orada geçen her günümüzde bir an olsun yardım ellerini çekmediler üzerimizden. Hasılı kelam, hocamızın verdiği değerli bilgilerle birlikle Mescid-i Haram’a doğru yürürken artık sıra içeri girmeye gelmişti. Herkesle beraber ben de ayakkabılarımı çantama koyup çoraplarımla girdim içeri. Daha önce bu gibi ince detaylar üzerinde hiç düşünmemiştim. Bana göre Kabe’yi görene kadar ayakkabılarla devam edebilirdik. O mermer zeminin üzerinde bambaşka milletlerden insanların yalınayak yahut çorapla yürüdüğünü gördüğüm an artık mevzuya tamamen uyanmıştım. Biz Allahu Teala’nın evine gelmiştik ve her misafir gibi misafir olduğumuz eve girerken ayakkabılarımızı çıkarıyorduk!
    Kabe-i Muazzama’yla karşılaşmaya metreler kala hoca bizi durdurdu ve geri kalan mesafeyi gözlerimizi yerden ayırmadan gitmemizi rica etti. Böylece Kabe’nin karşısına geldiğimizde onun işaretiyle başımızı kaldıracaktık. Ve öyle de yaptık. Fakat ben kafamı kaldırdığımda Kabe’yi değilde karşımda insanları gördüm! Hemen daha sakin bir yere giderek Kabe’yle tanışma şerefine nail oldum. Hemen aklımdan İmam Gazali’nin duasını geçirdim: Allah’ım burada edeceğim bütün duaları kabul et!
   Kabe göz dolduran bir yapı değil. Fakat gönül dolduran bir yapı. O an içinize öyle bir coşku doluyor ki hemen gidip eteklerine yapışmak istiyorsunuz. Hatta o an şunu içimden geçirdim: keşke daha önce televizyonda yahut internette hiç görmeseydim Kabe’nin fotoğrafını. İlk defa görmüş olsaydım kim bilir daha nasıl büyülenirdim. Bu dünyada görmek’lerin en güzeli Beytullah’ı görmekti çünkü.


     Gözlerimizi zar zor Kabe’den çektikten sonra umre tavafı için niyet ederek ilk tavafımızı yaptık. Tavaf bittikten sonra tavaf namazı için yere oturduğumda inanılmaz bir şey farkettim. O an üçüncü kattaki tavaf alanındaydım ve mümlümanların attıkları her adımda bu yer sallanıyordu! Düşünsenize dünyanın bir yerinde Müslümanlar hep beraber bir adım atıyorlar ve yer sallanıyor! Şimdi işkence altında bırakılan, zalimce öldürülen, evlerinden atılan yüzbinlerce Müslümanın halini düşününce ah! dedim. Ah ne güzel olurdu kardeşlerimize sahip çıkmak için de böyle bir araya gelsek, bir adım atsak da şu zalimlerin kurduğu zulüm gemisini bir batırsak, dünyalarını başlarına yıksak! Bu benim için artık bir hayal değil. Bu gerçekleşmek için sırasını bekleyen bir dua artık. Güçlü bir “amin” bırakıyorum bunun için. 

    Tüm bunların dışında Mescid-i Haram, içinde meleklerin koşturduğu bir cennet bahçesi. Öyle güzel çocuklar sevdik ki nazar değer korkusuyla sanırım hiçbirinin fotoğrafını paylaşamayacağım. Sizin bir gülümsemenizle ağızları kulaklarına varan, ilgi gösterdiğinizi farkedince hemen elini size uzatan sıcak memleketlerin sıcakkanlı çocuklarıydı onlar. Daha hiçbir acı tatmadıkları gözlerindeki parıltıdan belli, mutluluklarını, şaşkınlıklarını, heyecanlarını bir bakışlarıyla anlatabilen hisli çocuklardı onlar. Aralarında daha yaşını doldurmayanlar bile vardı. Bir bakmışsınız annesi namaz kılarken kucaktan kucağa dolaşan bir bebek sonunda sizin de kalbinize gelivermiş. Ne doyulması mümkün ne ayrılması.  
    Derken bu, çok güzel bir hikayenin ilk partı olsun, devamı için beklemede kalın :)