28 Aralık 2017 Perşembe

İnsan Ne İle Büyür?

  İlçenin en uzun ve işlek caddelerinden birinin üzerinde bulunan, dördüncü katında ikamet ettiğim dairemin salonundaki iki tekli koltuktan birinde oturuyorum. Ne yaparsam yapayım on dakikada bir itfaiye ve ambulansların geçmesini engelleyemiyorum. Bütün şehrin kalabalığı, gürültüsü, trafiği, kaosu evin salonunda bana eşlik ediyor. Kafamı sağa çevirdiğimde tam balkonumun karşısında kalan otelin pencerelerini görüyorum. Her birinin içinde başka birileri, başka bir şeyler yapıyor. Koca dünyanın küçük bir temsili içindeyim. Etrafım çok kalabalık. Ama ne çare, kafamdaki çığlıkları kim duyup koşabilir imdadıma? 
  Varoluş sancılarımıza cevap bulamadığımız bir yıl daha geçiyor ömrümüzden. Geride bıraktığımız her yaşta her şeyin nasip olduğu ve en iyisinin hakkımızda hayırlısını dilemek olduğuna bir adım daha yaklaşıyoruz sanırım. Fazla artistlik yapmamak gerektiğinin altına atılan bir imza daha... 
  Bazı anlarda ciddi ciddi durup o an ne yaptığımı düşünüyorum. Bu anların her birinden sonra "Büyüdüm galiba." diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Öyle çok büyük işler yaptığımı da düşünmeyin. Ev arkadaşımla evdeki çöpleri çıkarıp, kombiyi kıstıktan sonra kapıyı kilitlediğimiz andan sonra durup düşünüyorum mesela. Ben ne ara evdeki çöplerin, kombinin, kilidin derdine düştüm ve bunları otomatik olarak yapıyorum? Çok uzun zaman geçmedi okuldan gelir gelmez ödevlerimi yapıp sokağa oyun oynamaya çıktığım yılların üzerinden. "Ev sahibi inşallah kiraya zam yapmaz" cümlesi ya da kapıcıya merdivenleri silmesi için  bir kova su bırakmak büyüdüğünüzün bir resmi oluyor. Hayatınızı ailenizden bağımsız bir şekilde kurma telaşına düşüp artık büyük büyük kararları tek başınıza almanız büyüdüğünüz anlamına geliyor. Kafamın içinde zaman zaman bir sürü kararlar alıyorum geleceğimle ilgili. Ciddi riskler taşıyan adımlar atıyorum kimseye sormadan. Çünkü artık başıma ne gelirse gelsin bunun sorumluluğunu ancak kendimin alabileceğini biliyorum. Babam lisedeyken bizi karşısına alıp "İnsanın kendi ayakları üzerinde durması diye bir şey yoktur. İnsan ancak ailesiyle, sevdikleriyle beraberken ayakta kalabilir, güçlü olabilir. Aksi halde tek bir çubuğun çabucak kırılması gibi olur." demişti. Şimdi bir çocuğum olsa bu sözlerin altına imzamı atar ona veririm. Ama işte bir yandan da her şeyden yarı bağımsız kendi hayatlarımızı kurduğumuz yaşlardayız. Artık hata yaptığımızda bunun suçunu başkasının üzerine atma imkanımız yok. Hoş, şimdi de hayatı seçiyoruz suçlamak için. Dertlerimiz, telaşlarımız, hayallerimiz, zaaflarımız büyüyor. İnsanın yaptıklarından, düşüncelerinden ve seçimlerinden tam anlamıyla tatmin olması mümkün mü? Öyleyse ideal hâle ulaşana kadar büyüme sürecini yaşayacağımızı düşünüyorum. 
  Büyümek demek, yine hatalar yapacak çocuk tarafımızın dâim olması demek. Hatadan korkmayız biz. Hata varsa af da vardır, tevbe de vardır. Hatadan dönüp tertemiz başlangıçlar yapmak da vardır. Taze bir sabaha ulaşmak duasıyla...

13 Aralık 2017 Çarşamba

O İşler Öyle Olmuyor!

  Aklınıza bir şey takıldığında ne yapıyorsunuz? Ya da neyi yapamıyorsunuz? İkincisi daha yerinde bir soru oldu sanırım. Ben aklıma bir şey takıldığında uyumuyorum, konuşmuyorum, gülümsemiyorum, öyle düşünmeden "iyiyim" diyemiyorum. Kendi kabuğuma çekilip aklımdakini çözene kadar da ordan dışarı başımı uzatmıyorum.
  Bir hocam şöyle bir söz söyledi: İnsanı yaşadıklarından çok yaşamadıkları hasta eder. Yaşamadıkları yük olur ona. İnsana ve yüklerine dair bundan daha iyi bir tespit yapıldı mı, bilmiyorum. Ukde, ne ağırmış meğer. Bu cümleler üzerine biraz düşününce ufak çaplı bir aydınlanma yaşıyorsunuz. 
  Daha önce insanın çabalamakla yükümlü olduğunu, sonunun ne olacağını bilmeksizin çabalamak için dünyaya gönderildiğini konuşmuştuk. Şimdi de ekliyorum: İnsan tanımlamak için dünyaya gönderildi. En çok da dertlerini. Kafamıza bir şey takıldığında titizlikle zihin taraması yapıyoruz. Ben buna neden bu kadar üzüldüm? Acaba içten içe üzüldüğüm şey daha başka bir şey mi? Ben bu kadar kırılgan mıydım? Daha bir sürü soru. Bazen bu sorularla geçmişi kazmaya başlıyoruz gerçek nedeni bulmak ümidiyle. Bir şekilde içinde bulunduğumuz durumu tüm sebepleriyle anlamak ve tanımlamak için. İçinde bulunduğumuz durumla ilgili bir dolu çıkarıma varıyoruz. Bulduğumuz her yeni şey de sonuca bir adım daha yaklaştığımızı düşünüyoruz. Ama ne yazık ki o sonuca hiç ulaşamıyoruz. Çabalamaktan bahsederken nasıl sonucunun bizi ilgilendirmediği kanaatine vardıysak, burada da aynı kural geçerli. Aklınıza takılan şeyin çözüme ulaşması için bir sürü yöntem denemiş, sebepleri sıralamış, kestirme yollar bulmuş da olsanız sonuç size kalmıyor. Orası daha yüce bir makamın işi.
  Gelin biraz somutlaştıralım. Düşünün ki, bir konuda seneler içinde bir takıntınız oluştu. Sizde kötü izleri olmasına rağmen unutamıyorsunuz. Nefret etseniz olmuyor, tevekkül ettiğinizi düşündüğünüzde olmuyor, üzerine sürekli düşünüyorsunuz olmuyor, hiç lafını etmiyorsunuz olmuyor, gerçekleşme ihtimalinde sizi ne kadar mutsuz bir hayatın beklediğini biliyorsunuz olmuyor. Yani aslında unutmak için elinizde çok makul gerekçeler var, hatta başkalarını bu argümanlar yardımıyla ikna edebilirsiniz ama gelin görün ki, sizde işe yaramıyor. İşte bu noktada ben diyorum ki: Aciziz! Çok mantıklı çıkarımlar da yapsak, çocukluğumuza kadar da insek, arka planı çizmeyi hemen hemen tamamlasak da şifa verme yetkisi bizim elimizde değil. Yani bizi defineye götürecek haritayı ele geçirsek de o yolu yürütecek olan Allah'tır. Bazen kafamızın içinde öyle tıkırında işliyor ki işler, şifa dilemeyi unutuyoruz. 
  Huzur mu lazım? -Ben  ona gidecek yolları bulurum. Şifa mı lazım? -Ben sorunu tespit edersem şifa kendiliğinden gelir. Net bir bilgi: O işler öyle olmuyor.

12 Aralık 2017 Salı

Kınalı Keklikler

   Sırtını yasladığı ağacın dalları arasında atışıp duran kınalı kekliklerin sesine uyandı. Elleriyle yüzünü ovuşturup ayılmaya çalıştı. Üzerine düşen yaprakları silkelerken "Eh be kızlar, bırakmadınız ki şu rüyanın sonunu göreyim." diye söylenerek az ilerideki kürünün başına bağladığı atının yanına gitti. Kendisinden tarafa bakmayan atı Gümüş'ün yalnızlıktan sıkıldığını anlayınca mahcup mahcup önüne baktı. Gönlünü almak umuduyla sırtını sıvazlayıp af diledi. 
   Biraz sonra bütün mahmurluğunu üzerinden atmış,  neşesi yerine gelmişti. Gümüş'e haylazca laf attıktan sonra avcunu oluğa dayamış, döke saça su içiyordu. En son bütün kafasını suyun altında sokup "Allaahh!" diye çığlığı bastı. Eteklerinde uykuya daldığı dağdan gelen buz gibi su tüylerini ürpertmiş ama temiz yüzü kocaman bir tebessüme teslim olmuştu. Altın rengine dönük saçları suyla birlikte koyu kahveye çalıyordu. Atına çapkın bir bakış atıp "Yolumuz uzun Gümüş Kız, bir daha böyle serin suyla karşılaşır mıyız bakalım?" deyip sırtına atladı. Köyde onun bu çapkın gülümsemelerinden nasibini alamamış kız pek azdı. Biraz alaycıydı felan ama iş çalışkanlığa geldi mi, herkes güvenirdi Altın Çocuk'a. 
    Ağır ağır yol alırken saat ikindiyi vurmuş, yolu yarılamışlardı. Güneş yüzünü yakmış, iki saat önce kana kana su içen kendisi değilmiş gibi susamıştı. Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla hesabı Gümüş'e seslendi: "Dayan kızım! Şu vadiyi bir geçelim, su bulacağım ben sana." Vadiyi aşıp tekrar ormana girdiklerinde suyu gür bir kürünün başında mola verdiler. Sabah evden çıkarken çantasına atmayı akıl ettiği hurmaları çıkardı. "Sen de ister misin kız?" diye Gümüş'e uzattı ama hevesli bir geri dönüş alamayınca kendisi yemeye koyuldu. Bir yandan da bugünkü işini  anlatıyordu: "İki gün önce  emmioğlu gelmişti ya hani. İşi düşmese gelmez ya işte, Allah'tan bu sefer ekmeğimi kazanacağım bir iş tutup getirmiş. Kasabaya turist bir kadın gelmiş. Gördü tabi mis gibi memleketi, neymiş efendim evine dana postundan halı istiyormuş. Bana da aşağı köydeki Adem Ağabey'den o postu alıp götürmek düştü işte." 
   Kafasını yeşilliklere gömmüş karnını doyuran atına dönüp gülerek: "Allah'ın işini görüyor musun Gümüş Kız? Sen kalk dünyanın bir ucundan gel, bizim Adem Ağabey'den dana postu al. Dünya sahiden dedikleri kadar küçükmüş." diye takıldı. Biraz dinlendikten sonra tekrar yola düştüler. Gökyüzünün rengi kızıla çaldığında tanıdık bir ses duydu Altın Çocuk. Kafasını kaldırdı, başlarında ötüşen kınalı keklikleri gördü.

2 Kasım 2017 Perşembe

BAYRAM ZİLLERİ

   Dün gece erken yatmakla doğru kararı vermişti. Bunun huzuru içinde yatakta bir o yana bir bu yana döndü. Tatlı bir mahmurluk içinde gözlerini araladı. Güneş gözlerini kamaştıracak kadar doğmamıştı henüz.
   Mutfaktan gelen tabak çanak seslerini dinledi bir süre. Kahvaltılıklar bir bir tepsiye diziliyor, kişi sayısına göre çatal bıçaklar sayılıyor ve hoop tepsiye bırakıldılar hafif yüksekten. Ne kadar gürültü yaparlarsa yapsınlar annesi çağırmaya gelmeden yataktan çıkmaya niyeti yoktu. Bu kadar huzur içeren anlardan pek fazla olmuyordu hayatta ve her saniyesini değerlendirmeliydi.  Komodinin üzerindeki telefonuna uzanıp saate baktı. Bayram namazı bitmek üzereydi. Kendiliğinden kalkıp işlere girişmenin annesine hoş bir kıyak olabileceğini düşünüp yataktan fırladı. Akşamdan ütüleyip ranzanın bir kenarına astığı elbisesine bakınca kaç yaşında olursa olsun, bayramlık almaktan vazgeçmediği için sevindi. Hatrı sayılır bir iyilik hali gerektiriyordu yirmili yaşlarında bayramlık almak. Şunun şurasında dünyanın karamsarlığa gömüp üzerine toprak atmadığı kaç kişi kalmıştı?
   Elini yüzünü yıkadıktan sonra hazırlanmaya başladı. Mutfaktaki böreklerle, sarmalarla, kızartmalarla dolu tepsiyi kucakladığı sırada Barış Manço'nun "Bu gün bayram" şarkısını mırıldanmaya başlamıştı. Üst kattaki büyük masayı kahvaltı için hazırlarken ilk zil sesi duyuldu. Diafondan, biriktirilecek daha çok kıymetli anlar olduğunun habercisi o ses "Aç kızım" dedi. Daha asansör kapısının önünde sıraya girmiş üç kız kardeş, el öpüp harçlıklarını alır almaz üst kata koşturdular. O an kendilerini on iki yaşında hissetmemek için hiçbir sebepleri yoktu. Ta ki, ikinci zile kadar.
  Geleneksel bayram kahvaltısı için kuzenler arabalara doluşup gelmişti. Bütün apartmanda yankılanıyordu neşeli sesler. Bu arada herkes üzerine düşeni yapmış, kimi bir kiloluk çikolata almış kimi de fırından yeni çıkmış simitleri getirmişti. Çaylar herkesin isteğine göre doldurulup çikolata kavanozu elden ele dolaşmaya başladığında kahkahalar da sokaktan duyulur olmuştu. Ailenin en küçüğünün ağzına zorla iki lokma tıkıştırılıp artık sofradan kalksın diye gözünün içine bakılıyordu. Büyüklerin acilen rahatça sırtını geriye yaslayıp etrafına keyiflice göz gezdirdikten sonra şükretmesi gerekiyordu. Yoksa bütün büyü bozulabilirdi.

3 Ekim 2017 Salı

Aferin!



  “Hakkaniyetle davranmaya çalıştığımız insanlar bizi istismar edebiliyor. Olabilir.
   Yaptığımız iyilikler hiç gözükmeyebiliyor. Olabilir.
   Kötülük ve kötüler iyilik ve iyilerden daha fazla ve daha güçlü görünebiliyor. Olabilir.”

  Bu satırlar Mehmet Dinç’in Bırakma Kendini adlı kitabında geçiyor. Tam da ihtiyaç duyduğum zamanda yetişiyor imdadıma. Benim “ama” diye başladığım cümleleri o “olabilir” diye bitiriyor ve o andan itibaren öfkemi, üzüntümü ve hayal kırıklıklarımı iyileştirmeye başlıyor.
 Evet, yaptığımız iyilikler hiç gözükmeyebiliyor. Halbuki tek bir takdir cümlesi yetecek daha fazlası için gayret etmeye. Yirmi iki yaşımın sonlarındayım, tek bir “aferin” için pek çok şey yapabilirim. Yeter ki iyi insan olma çabam görünsün, yeter ki ne ihtimaller içinden iyi olmayı seçtiğim farkedilsin. Bu konuya öyle içerlemiştim ki, kendi kendime şöyle dedim: Eğer bir iyilik peşindeysek sırf Allah rızası için. Onun dışında bu dünyada iyi insan olmanın bir getirisi yok. Beni bu derece iyiliğe küstüren şeyler vardı. Kendi kendimle kavga etmeme sebep olan şeyler. Hali hazırda kendimi görünmez hissettiğim birkaç alan vardı hayatta ama içimdeki iyi insan olma çabasına güveniyordum. Bir de burada yaşadığım görünmezlik, artık kendimi boşa yorduğum fikrine kapılmama neden olmuştu. Mesailerimi kafamdaki soru işaretlerini ve hayal kırıklıklarımı gidermeye harcıyordum. Tabii burada ayları kapsayan bir zaman diliminden bahsediyorum. Kırılmışlığım fazlaydı.
     Geçen hafta bir arkadaşımın kına gecesine gitmek üzere yola çıkmıştım. Yerin altında yapacağım iki buçuk saatlik bir yolculuk beni bekliyordu. Önce metroya gitmek üzere otobüse bindim. Yanıma bir kız geldi ve otobüse binerken kullandığı kartla metroya binip binemeyeceğini sordu, ben de binebileceğini söyledim. Sonra peronda metroyu beklemeye başladım. Aynı kız tekrar yanımda belirdi ve İstanbul’a yeni geldiğini anladığım bir soru sordu. Sorusunu yanıtladıktan sonra az önceki tespitimi teyit ettim. İstanbul’a yeni gelmiş, yarın Bolu’da yeni kazandığı üniversiteye gidecekmiş ama gitmeden önce de Galata Kulesi’ne çıkmak istemiş. Bu planıyla, bir tek elinde bavuluyla Haydarpaşa Garı’nda “Seni yenicem İstanbul!” diye bağırması eksikti. Ama çaktırmadım. Yavaştan sohbete başlamışken karşımdaki kıza dikkatlice bakma fırsayı buldum. Heralde hayatımda bu kadar güzel bir kızı ilk defa canlı kanlı karşımda görüyordum. Kahverengiyle karışık sarı saçları, mavi gözleri ve güzel gülümsemesiyle ilk anda televizyon ekranına bakıyormuşum hissi uyandırdı. Bu şaşkınlığımı kendime gizleyip ona Galata’ya gitmesi için daha kolay bir yol tarif ettim. Buna göre de Yenikapı’ya kadar beraber gidecektik. Yol boyunca arada bir sessiz saniyeler geçirsek de genelde sohbet ettik. İlk defa tanışan insanlar olarak birbirimize soracağımız çok şey vardı. Hava durumundan başlayıp Galata Kulesi’nin efsanelerine kadar geniş bir yelpazede muhabbet ettik. Marmaray’a geçerken artık ismini sormayı akıl ettim. Böylece resmi olarak da tanışmış olduk. Onun akbiline para yükleyip Marmaray’a bindiğimizde karşıya nasıl geçebileceğini sordu. Marmaray’la karşıya geçmiş olacağımızdan, bu metronun denizin altından geçtiğinden bahsettim. Çok heyecanlandı ve bütün yol boyunca belki üç dört defa “iyi ki seninle karşılaştım” dedi. Yenikapı- Hacıosman metrosuna geldiğimizde artık yollarımız ayrılıyordu. Ona tekrar hangi duraklarda inmesi gerektiğini ama yine de bir güvenliğe sorsa iyi olacağını söyledim. Sonra turnikelerin orda gülerek birbirimize sarıldık. Ben ona “Hoşçakal, kendine dikkat et” dedim, o da bana iyi eğlenceler diledi. Birbirimize el sallayıp ayrıldık.
     Buraya kadar anlattıklarımdan benim ona yardım ettiğim anlaşılıyor. Aman bu hataya düşmeyin. Asıl yardım eden taraf oydu. Nasıl mı? Bana iyilik yaptığımda ne kadar da mutlu olduğumu, nasıl da içimin içime sığmadığını hatırlattı. Başkaları için değil, kendim için iyiliğin peşine düşmem gerektiğini hatırlattı. Beni mutlu ettiği sürece iyi olma çabamın asla boşa gitmeyeceğini gösterdi. Evet, takdir edilmek hala büyük bir ihtiyaç. Ama ondan büyük, bir dişe dokunabilmek arzusu var. Bana unuttuğum duyguları tekrar hatırlattı. Çokça kırılmadan önce, arkadaşlarıma dua ettiğim için bile mutlu olan birisiydim. Ve asıl ait olduğum yer de orasıydı. İnsan birilerinin kederlerine, sevinçlerine, heyecanlarına dokunabildikçe yaşadığını hissediyor. Bizi yıldırmaya çalışan kişiler olabilir. Bize dünyadan el etek çektiren durumlar olabilir. Artık kimseyi görmek istemediğimiz zamanlar olabilir. En iyisinin kimseye dokunmamak, köşemize çekilmek, herkesi kendi haline bırakmak olduğunu düşündüğümüz anlar olabilir. İşte tam da bu zamanlar için “Küsmek kolay, vazgeçmek kolay, yenilmek kolay. Ama biz kolay bir hayat yaşamaya gelmedik bu dünyaya” diyor Mehmet Dinç. Etrafınıza bir dönüp bakın ya da bir haber kanalı açın. Zulmü görün. Evet, biz kolay bir hayat yaşamaya gelmedik bu dünyaya. Fakat imtihanımızın zorluğu bizi alacağımız mükafattan emîn kılan şey değil mi? Hala nefes alıyor olmak vazgeçmememiz için bir sebep değil mi? Dünyadan vazgeçsek, ahiretten geçemeyiz.
   Hep beraber imtihanımızı kolaylaştırmanın yollarından birisi birbirimize yardımcı olmak. Kötülüğe ve kötülere gösterdiğimiz toleransı iyilik ve iyiler de hakediyor. Takdir edilen her iyilik, daha çok yayılarak tüm dünyayı kuşatacak. Biz buna iman etmişiz. O halde herkese benden kocaman bir AFERİN!

19 Ağustos 2017 Cumartesi

Antika



Bütün yaz, deniz tatili yapmak için sadece dört günüm vardı. Önümde denizin çarşaf gibi gerildiği balkonda oturmak için sabırsızlanıyordum. Belki bu anlardan birinde birkaç cümle karalamak nasibime düşer diye antika bilgisayarımı da tatile götürmeye karar verdim. Bunun için de yola çıkmadan bir gün önce gidiş-geliş üç saatimi harcamayı göze alarak öğrenci evime gidip bilgisayarım ve birkaç kitabımı yüklenip eve döndüm. Tatil için gittiğimiz dairede 6-7 kişiydik. Dolayısıyla pek de oturup bir şeyler yazacak ortamım da modum da olamıyordu. Bir gece herkes yataklarına çekilince bilgisayarı alıp balkona çıktım. Bizim daire uyumuştu ama tam kapının önündeki parktan çoluk çocuk sesleri henüz kesilmemişti. Üstelik Ünsal Kaptan’ın teknesinin tüm gayretiyle yanan neon ışıkları çok gözümü alıyordu. Demek ki doğru zaman değil deyip uyumaya karar verdim (zamanın da yerin de insanın da doğrusu benim için çok önemlidir). Ertesi akşam, televizyonda denk geldiğim acıklı diziden olsa gerek, biraz efkarlanmıştım. Çay faslımız bittiğinde doğru zamanın o akşam olduğunu düşünerek evdekileri dışarda dondurma yemeye göndermeye çalıştım. Tahmin edersiniz ki etrafta keyifli bir sohbet dönerken, kendinizi dinlemenin bir yolu olmuyor. Tüm çabalarıma rağmen herkesin üzerine çöken o tembelliği yenemedim. Belki de hayat, yaptığım bu sinsiliğe karşılık benden intikam alıyordu. Hasılı, o akşam da bilgisayarı açmak nasip olmadı. Ertesi gün öğle vaktinde “artık yeter!” deyip açtım bilgisayarı. Fakat o da ne?! Ekran kapkaranlıktı. Şifremi girmem gerektiğini hatırlayıp tuşladım ama hala karanlıktaydım. Yahu sağda solda hakkında “antika” diye konuştuğumu duyup alındın mı, n’aptın? Açıp kapamak, bataryasını çıkarıp takmak ve tokatlamak gibi birtakım Türk adetlerini yerine getirdim ama tık yoktu. Ya sabır çekip çantasına geri koydum. Ta öğrenci evime gidip aldığıma mı yanayım, bir de üstüne tatile taşıdığıma mı yanayım bilemedim. Yani tamam, ben kendimi bahtsızlık ve uğursuzluk gibi şeylerle suçluyordum ama o kadar da değilimdir canıım. O kadar mıyım yoksa? O kadarmışım. Tatilden eve döner dönmez bilgisayarı tekrar çıkardım ortaya. Deniz, kum, güneş derken ilgilenememiştim ama artık bir hasar tespiti yapmam gerekiyordu. Bastım düğmesine. Öyle güzel ışıldadı ki ekranı. Öyle sapasağlam açıldı ki. 
İşte, bu benim hayatımın özetidir. 
Yayalım.

16 Temmuz 2017 Pazar

Bir Emanet Canımız

     Küçükken nasıl ölmem gerektiğiyle ilgili bir sürü fikir üretirdim. Mesela annemle babam benden önce ölmesin diye düşünürdüm. Yoksa çok üzülürdüm. Ama ben onlardan önce ölürsem de onlar çok üzülürdü. Onları üzmeden ölmenin bir yolunu bulmalıydım. Mesela ailece hep birlikte bir trafik kazasında ölebiliriz diye düşünürdüm. Hemen ardından da "böylesi de çok trajik, aile dostlarımız çok üzülür" diyordum içimden. O kadar kafa patlatıp yine de kimseyi üzmeden ölmenin bir yolunu bulamazdım. "Bulamazdım" diyorum çünkü artık buldum. Kimseyi üzmeden hatta bizzat ölüm şeklimin onlara teselli olacağı tek bir şey var: Şehadet
   Nice zaman bu cevabı arayıp durmuşum. Şimdi bu cevabı Abdullah Tayyip'ten öğrendim. Yasin Naci'den öğrendim. Engin'den öğrendim. Halil İbrahim'den öğrendim. Mustafa'dan öğrendim. Benimle yaşıt ya da benden de küçüktü onlar. Bir ölüm bıraktılar ki geride, ulaştığı mertebeyle teselli buluyorsun. Şehit ailelerinin gösterdiği metaneti ve sabrı başka bir şekilde açıklayamıyorum. Onların 16 yaşında ulaştığı hakikate ben daha yeni ulaşıyorum. Rabbimin bana emanet ettiği tek bir canım var. Ve elbet bir gün öleceğim. Ne zaman, kaç yaşında ölürsem öleyim mutlaka ardımda pişmanlıklarım da yapmak istediklerim de gözü yaşlı ailem de olacak. Hiçbir ölüm bunları değiştiremeyecekken neden şehit düşmeyeyim? Camideki on yaşındaki kız öğrencim "Hocam ben asker olup şehit olmak istiyorum, hem ne güzel direk cennete gidiyoruz, asker olucam insansız hava aracı kullanıcam, şehit olmak istiyorum" diyor. 15 Temmuz gecesinde şu on yaşındaki çocuk kadar olamayışımın pişmanlığını nasıl anlatayım size? Anne-babam o gece şehir dışında diye evin abisi kesilip "aman kimse bir yere çıkmasın, annem babam da yok başımızda" demiştim. Şehit olmak için babanın izni değil Allah'ın izni gerekiyordu, düşünemedim. Şimdiyse kendimi her şeye geç kalmış hissediyorum. Fırsatı kaçırdım diye kafamı duvarlara vurasım geliyor. O öğrencim "askerlik yapsam ama yaşlanıp normal ölsem de şehit olur muyum" diye sorduğunda "eğer şehit olmayı bu kadar çok istersen, asker olmasan da Allah sana şehit sevabı verebilir" demiştim. Şimdi bu verdiğim cevap bana da teselli olur mu acaba? Allahualem..


   İki gündür anma programları yapılıyor. Dün sabah erkenden "bugün mutlaka bir meydanda olmam lazım" diye düşünmeye başlamıştım. Köprüye gitmek üzere evden çıkarken de "geç kaldım köprüye gitmek için, o gece gitmeliydim oraya" diye koca bir pişmanlık yerleşmişti göğsüme. Kendi kendime "benim bu günü bir kuytu köşede kendi başıma anmam gerekiyor, kalabalığın içinde rahatça ağlayamam bile" diye  söyleniyordum. Yine de gitmeden yapamayacaktım. En nihayetinde karıştım kalabalığın arasına Şehitler Köprüsünde. Dev boyutlarda bir Türk bayrağı geçirdi gençler kafamın üzerinden. Birkaç saniyeliğine şehitlerin kanıyla boyanmış al bayrağın altında gölgelendim. Bizi yaşatmak için canını verenlerin gölgesinde.. Anlatacağım şeyler vardı ama şimdi ne konuşsam laf kalabalığı gibi geliyor. Onlar giderken kimseye söylenecek bir söz bırakmadılar. Son nefeslerini verirken de bu nefesi verirken getirdikleri kelime-i şehadetle de yapılacak da söylenecek de hiçbir şey bırakmadılar. 16 yaşında babasının peşine takılıp şehit düşen Abdullah Tayyip'i düşününce bu alıp verdiğim nefesin hakkını vermem lazım diyorum. Bundan sonraki süreçte de bu nefesin hakkı nasıl verilir, onu düşüneceğim. Selametle..

7 Mayıs 2017 Pazar

ben gideyim, yol gitsin

   Gitmek, içimde bitimi olmayan bir tutku. Sınırlarını keşfe dahi çıkamadığım bir derya. Nereye gidince ait olduğum yeri bulurum, bilmiyorum. Gitmek istediğim yerin bir adı da yok üstelik. Ben en çok kendimden gitmeyi istiyorum oysa. Nereye doğru yola çıksam kendimi geride bırakmış olurum ki? Çelişkiler içinde yuvarlanıp gidiyorum. Bir an hayata tam adapte olmuş, önümdeki on seneyi kaplayan geniş zamanlı planlarım; bir yanda bir türlü çağa ayak uyduramayışım. Hep bir yarım kalmışlık, yarıda bırakmışlık hissi. 
    Büyükçe halatlarla kıyıya bağlanmış gemiler gibi, dünyada tutuklu kaldığım anlardan çıkabildiğim pek az zaman oluyor. Rüzgâr yüzüme çarparken mesela, saçlarım değilse de şalım savrulurken omuzlarımdan arkaya, bir an için başka bir gerçekliğe kavuşabileceğim ümidi baş gösteriyor. İşte her şey o bitmeyesice ümit yüzünden.. 
  Bu ümit yüzünden, bir anda bisikletin tepesine atlayıp denize inen ara sokaklarda arabalarla kovalamaca oynamak. Bir an halatlarını koparmışçasına özgür hissetmek, bir an ciğerlerine dolan rüzgârı hissetmek, bir an telaşları tekerleklerin altına alıp ezilmelerini izlemek için. 
   Yaya ışıklarını takip edip sahil kaldırımına varıyorum. Bir oh çekip denize paralel pedal çeviriyorum ağır ağır. Bilim kurgu dizilerindeki gibi paralel evrene bir geçit açılacağını umarak rüzgâra karşı sürmeye başlıyorum. Ama yok, henüz imtihan bitmemiş, anlıyorum. Sınav bitmeden çıkış yok buradan. Erken bitirme çabaları ancak daha da yorgun düşürüyor insanı. Gerçekten bir Earth II olsa, oradaki Hayru'nun nasıl bir hayat yaşadığını tahmin etmeye çalışıyorum. Bilgisayarın başına geçmiş incesaz dinleyerek yazı yazmadığı kesin.. Düşünsenize Earth II evreninde incesaz yokmuş, ne fena!  Belki o ait olduğu yeri bulmuştur. Belki tamamlanmıştır, eksik hissetmiyordur böyle. Belki de genç ölmüştür. Zaten aşık olduysa, kesin genç ölmüştür. Aşıklar genç ölürler. Bir kere ölmek de yetmez üstelik. Bir kez daha ölürler. Sonra bir kez daha. Durmaksızın ölür aşıklar. Umalım da aşktan ölsün be!


  İçinde yaşadığımız yüzyılda saf aşk diye bir şey kalmış gibi aşktan ölmesini umuyorum. Olsa olsa kendisine aşk gibi gelen ama aslında başkasının hırsı, hevesi, bencilliği veya vefasızlığı olan bir şey öldürür onu. Paralel evreni bilemesem de, buradaki Hayru'nun ara sıra ölüm düşüncesinden başı döner. Akşam yemeğini hazırlamak üzere terastaki masayı silerken mesela, yeğeninin dünya evine girdiği heyecanı içini kıpır kıpır eden bir dayı, belinden çıkarttığı silahıyla art arda attığı kurşunlarla beni bir yerlere götürebilir. Henüz gitmeye cesaretimin de yeterince hazırlığımın da olmadığı bir yerlere.. Kimseye son bir söz edemeden, havalı bir çıkış yapamadan sahneden, aniden bir hiç olabilirim. Bu zamana kadar "içimde söylenmemiş hiçbir şeyim kalmasın" telaşıyla aşkı da nefreti de ifşa edişim bundan sebepti. Ta ki, ifşa edilen her şeyin en başta mef'ûlü tarafından üstünün çizildiğini öğrenene kadar. 
   En son rüzgâra karşı pedal çeviriyordum. Sonra kuşlar, sağanak yağmurun yaklaştığını haber veriyor. Ait olmadığım bir yerden diğerine (çünkü dünya ait olmanın değil, mağlup olmanın yeridir)  bu kez rahmetten kaçmak için gidiyorum. Şimşek  bir selam çakıyor bana gri bulutların arasından. Orkestra şefinden beklediği işareti almış koro ciddiyetiyle, normal şartlarda insan içinde çıkartmaya utandığım yükseklikte bir sesle söylemeye başlıyorum:

Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.