7 Mayıs 2017 Pazar

ben gideyim, yol gitsin

   Gitmek, içimde bitimi olmayan bir tutku. Sınırlarını keşfe dahi çıkamadığım bir derya. Nereye gidince ait olduğum yeri bulurum, bilmiyorum. Gitmek istediğim yerin bir adı da yok üstelik. Ben en çok kendimden gitmeyi istiyorum oysa. Nereye doğru yola çıksam kendimi geride bırakmış olurum ki? Çelişkiler içinde yuvarlanıp gidiyorum. Bir an hayata tam adapte olmuş, önümdeki on seneyi kaplayan geniş zamanlı planlarım; bir yanda bir türlü çağa ayak uyduramayışım. Hep bir yarım kalmışlık, yarıda bırakmışlık hissi. 
    Büyükçe halatlarla kıyıya bağlanmış gemiler gibi, dünyada tutuklu kaldığım anlardan çıkabildiğim pek az zaman oluyor. Rüzgâr yüzüme çarparken mesela, saçlarım değilse de şalım savrulurken omuzlarımdan arkaya, bir an için başka bir gerçekliğe kavuşabileceğim ümidi baş gösteriyor. İşte her şey o bitmeyesice ümit yüzünden.. 
  Bu ümit yüzünden, bir anda bisikletin tepesine atlayıp denize inen ara sokaklarda arabalarla kovalamaca oynamak. Bir an halatlarını koparmışçasına özgür hissetmek, bir an ciğerlerine dolan rüzgârı hissetmek, bir an telaşları tekerleklerin altına alıp ezilmelerini izlemek için. 
   Yaya ışıklarını takip edip sahil kaldırımına varıyorum. Bir oh çekip denize paralel pedal çeviriyorum ağır ağır. Bilim kurgu dizilerindeki gibi paralel evrene bir geçit açılacağını umarak rüzgâra karşı sürmeye başlıyorum. Ama yok, henüz imtihan bitmemiş, anlıyorum. Sınav bitmeden çıkış yok buradan. Erken bitirme çabaları ancak daha da yorgun düşürüyor insanı. Gerçekten bir Earth II olsa, oradaki Hayru'nun nasıl bir hayat yaşadığını tahmin etmeye çalışıyorum. Bilgisayarın başına geçmiş incesaz dinleyerek yazı yazmadığı kesin.. Düşünsenize Earth II evreninde incesaz yokmuş, ne fena!  Belki o ait olduğu yeri bulmuştur. Belki tamamlanmıştır, eksik hissetmiyordur böyle. Belki de genç ölmüştür. Zaten aşık olduysa, kesin genç ölmüştür. Aşıklar genç ölürler. Bir kere ölmek de yetmez üstelik. Bir kez daha ölürler. Sonra bir kez daha. Durmaksızın ölür aşıklar. Umalım da aşktan ölsün be!


  İçinde yaşadığımız yüzyılda saf aşk diye bir şey kalmış gibi aşktan ölmesini umuyorum. Olsa olsa kendisine aşk gibi gelen ama aslında başkasının hırsı, hevesi, bencilliği veya vefasızlığı olan bir şey öldürür onu. Paralel evreni bilemesem de, buradaki Hayru'nun ara sıra ölüm düşüncesinden başı döner. Akşam yemeğini hazırlamak üzere terastaki masayı silerken mesela, yeğeninin dünya evine girdiği heyecanı içini kıpır kıpır eden bir dayı, belinden çıkarttığı silahıyla art arda attığı kurşunlarla beni bir yerlere götürebilir. Henüz gitmeye cesaretimin de yeterince hazırlığımın da olmadığı bir yerlere.. Kimseye son bir söz edemeden, havalı bir çıkış yapamadan sahneden, aniden bir hiç olabilirim. Bu zamana kadar "içimde söylenmemiş hiçbir şeyim kalmasın" telaşıyla aşkı da nefreti de ifşa edişim bundan sebepti. Ta ki, ifşa edilen her şeyin en başta mef'ûlü tarafından üstünün çizildiğini öğrenene kadar. 
   En son rüzgâra karşı pedal çeviriyordum. Sonra kuşlar, sağanak yağmurun yaklaştığını haber veriyor. Ait olmadığım bir yerden diğerine (çünkü dünya ait olmanın değil, mağlup olmanın yeridir)  bu kez rahmetten kaçmak için gidiyorum. Şimşek  bir selam çakıyor bana gri bulutların arasından. Orkestra şefinden beklediği işareti almış koro ciddiyetiyle, normal şartlarda insan içinde çıkartmaya utandığım yükseklikte bir sesle söylemeye başlıyorum:

Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.